Cumhuriyet’in 100’üncü yılında kızım Lorin’e, ülkemizi, bayrağımızı, kurtuluşumuzu ve Cumhuriyetimizi anlatabileceğim bir seyahat rotası planlıyordum. Aklımda Ankara ve Anıtkabir vardı ama henüz 4 yaşındaki bir çocuğa yaşam-ölüm anlatıp bir de kabir ziyareti yaptırmak pek içime sinmiyordu açıkçası. Lorin’in epey sorgulayan bir çocuk olmasının bunda büyük payı var. Her yıl Afyonkarahisar’da düzenlenen Arnica Frig Ultra Maratonu’na davet gelince, istediğim havayı bu şehrimizde soluyabileceğimizi bildiğimden, hızlıca bir bavul yaparak yola düştük. İstanbul’dan arabayla 4,5 saatte Afyonkarahisar’a ulaştık ve bir tam günde hem Frig Vadisi’nin bir kısmını hem de kent merkezini dolaştık. Afyonkarahisar bölge itibariyle bir termal cenneti olduğundan, oteldeki sıcak su havuzları ve hamamın tadını çıkarmayı da ihmal etmedik. Lorin termal tatilini o kadar çok sevdi ki bir sonraki rotamız ‘çocukla termal tatili’ olarak kafamda şimdiden belirlendi bile.
‘YARIŞA KATILAMAYACAĞIM’
Lorin ilk gece biraz ateşlendi. Sabah kendini yorgun hissettiği için de “Anne ben yarışa katılamayacağım, sorun olmaz değil mi” dedi. Büyük bir kahkaha atmak istedim ama “Bir dahaki sefere koşarsın, hiç önemli değil” diyerek ciddiyetine saygı gösterdim. Sabah erkenden maratonun koşulacağı alana vardık. Katılımcılar arasında 7 ülkeden 900 sporcu vardı. Türkiye’den katılım oldukça yüksekmiş. 6K, 11K, 22K, 44K ve 68K olmak üzere farklı uzunluktaki parkurlarda koşuldu. Organizasyon görevlilerine “100 metre koşusu nereden başlıyordu” diye soğuk esprimi de yaptıktan sonra Lorin’le vadinin içinde bir geziye çıktık.
Frig Vadisi aslında Afyonkarahisar, Kütahya ve Ankara’nın bir bölümünü kapsayan çok uzun bir yol. Afyonkarahisar tarafında Ayazini Köyü’nden girerek önemli bir kısmını görme şansınız var. Tıpkı Kapadokya’daki gibi peribacalarını görmek istiyorsanız Kütahya’ya gitmeniz gerekiyor. Ayazini’ne girdiğiniz anda bozkıra inat yemyeşil bir köyle karşılaşıyorsunuz. Kral mezarlarının arasında varlığını koruyan eski köy evleri ve daracık sokakları sizi zamanda yolculuğa çıkarıyor. Friglerden bugüne kadar sayısız insan hayat bulmuş burada. Suyundan içmiş, toprağından beslenmiş. Krallar da yürümüş yollarından, askerler de. Sevdalar yaşanmış, çocuklar büyümüş ama bugüne gelindiğinde köyün içinde pek de yaşam kalmamış artık. Evler çok eski ve koruma altında olduğundan akan çatısını yaptırmak için bile izin almak gerekiyormuş. Hem prosedürü çok uzunmuş hem de aslına uygun yaptırmak maliyetli oluyormuş. Hal böyleyken de köylü, köyün hemen yanındaki yola başka bir yerleşim yeri kurmuş. Ayazini’nde eski evlerin yerini şimdi dükkânlar almış. Birkaç eli yüzü düzgün işletme var ama gerisi köylünün el işini sattığı ya da hediyelik eşya koyduğu ufak tefek mekânlar. Oysa biraz yatırım yapılsa burayı Afyonkarahisar’ın yöresel yemekleriyle bir gastronomi köyüne çevirmek işten değil. Aynı şekilde köy içindeki kültürel varlık ve eserlere el atılması gerekiyor. Gündüz tamam ama geceleri kimin geldiği ve ne yaptığı belli değil. Böyle başıboş bırakılmış olması insanı üzüyor.
Yarım günde Frig Vadisi’nin çok küçük bir bölümünü gezdik ve devamında soluğu Afyonkarahisar merkezinde aldık. Burada önemli üç nokta var; ahşap mimarisiyle ünlü Ulu Cami, Afyonkarahisar Kalesi ve Zafer Müzesi. Şehrin neredeyse her tarafından görünen kaleye merdivenlerden yaklaşık 900 basamakla çıkabiliyorsunuz. Teleferik yapılacağını duyduk ve bu macerayı bir sonraki sefere bıraktık. Şehir merkezindeki Zafer Müzesi’nin tadilata girmiş olması bizi üzdü. Ama merkezin dışında kalan ve bu yıl nisan ayında yeni binasına taşınan Afyonkarahisar Müzesi’nin 4’üncü katındaki Cumhuriyet dönemini yansıtan bölüm o kadar güzel ki mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Kentin tarihi konaklarının olduğu sokakları dolaşa dolaşa uzun bir tur yaptık. Mevlâna Mahallesi’ndeki Mevlevi Camisi’yse halıların üzerine yatıp dinlenebildiği için Lorin’in en sevdiği noktalardan biri oldu. Konya’da Mevlevilik yasaklandığında Hz. Mevlana Afyonkarahisar’a gelmiş ve bir süre bu camide kalmış. Buradan sonra salına salına şehrin tam merkezine, Atatürk’ün açılışına geldiğinde kendisini doğru yansıtmadığı için beğenmediği büstünün olduğu parka indik. Kapalı olan Zafer Müzesi büstün tam karşısında. Her sokağında başka bir tarihi ev, hikâye çıkıyor karşınıza. Bu evlerde yaşam hâlâ devam ediyor.
Çarşıya indiğimizde yemek molası için buranın en meşhur lokantası Salim Usta’ya uğruyoruz. Şerbeti, manda yoğurdu, etli yaprak sarması, kuru fasulyesi ve diğer tencere yemekleri gerçekten çok güzel. Çarşıda bolca Afyonkarahisar sucuğu ve lokumlarından satın alabilirsiniz. Otele dönüş yolunda yazının başında da bahsettiğim gibi Afyonkarahisar Müzesi’ne gittik. Müzede paleolitik döneme kadar uzanan eserlerle birlikte eski tunç çağı, Hitit, Frig, Pers, Lidya, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden yaklaşık 49 bin parça eser sergileniyor. Müzenin giriş katından kronolojik olarak başlayan anlatı en üst katta Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilanıyla son buluyor. Orta katlarda Lorin’le Friglerin Kralı Midas’ı ve onun eşek kulaklarının hikâyesini keyifle dinlesek de en üst katta bayağı duygulu anlar yaşadık. Lorin “Anne, sen Atatürk’ün böyle bir fotoğrafını daha önce hiç görmüş müydün” diye sorup durdu cephedeki hallerini görünce. Düşmanlar, savaşlar, kurtuluşlar gibi yeni tanımlar kafasını biraz karıştırsa da sınırları, ülkeleri, her ülkenin başka bir dili ve kültürü olduğunu artık daha iyi anladı diye düşünüyorum. Bir de gezi boyunca “Ayfon” yerine “Afyon” diyebilseydi yıldızlı 5 alacaktı. Yine de bir günde gık demeden 10 bin 225 adım attığı için kendisi kalplerin yıldızı…